FOÇA HİKÂYELERİ - AYFER
FOÇA HİKÂYELERİ - AYFER
Ayfer ağabeyi, Ergun tanıştırdı.
Bir Pazar gecesiydi zannederim.
Saat bir gibi, Ergun’dan telefon geldi.
-Selam Ati.
-Hayrola Ergun.
Cafe’de problem mi var?
(İçkiyi fazla
kaçıranlar birkaç kere kavga çıkartmış ve Ergun beni yardıma çağırmıştı).
-Yok, yok.
Bu gece erken
kapatıyorum.
Ayfer Almanya’dan dönmüş.
-Ayfer kim yahu?
Mutlaka tanışman
lazım.
Foça’da yaşayan en
karizmatik ve en ilginç adamdır.
-Ne biçim adam bu be
Ergun. (Acaba bir hinlik mi var bu işin içinde diye içimden geçiyor).
Ayfer kadın ismi değil mi?
Benimle gır gır mı geçiyorsun?
Hem gecenin bu saatinde ziyarete gidilir mi?
-Merak etme.
Ayfer saat üç den evvel uyumaz.
Sen şimdi bir şişe rakı alıp cafe'ye gel.
Buradan, beraber gideriz.
-Kalk Günseli.
Ergun’a gidiyoruz.
Bizi birisi ile tanıştıracakmış.
-Bu saatte gidilir mi
misafirliğe?
Ergun şaşırmış her halde.
Neyse, yakındaki
bütün gece açık bir büfeden, bir şişe rakı alıp Gemici Cafe’ye gittik.
Ergun tezgâhı
kapatmış, deniz kenarındaki masalardan birinde bizi bekliyor.
-Merhaba Ergun.
Daha da geç olmadan
hadi atla gidelim.
-Oturun hele iki
dakika.
Biraz konuşalım.
Ayfer Kore Gazisi imiş.
Kunuri savaşında ağır yaralanmış ve Kızıl Çinlilere esir düşmüş.
İki sene esir kampında, toprağa kazılmış daracık bir çukurun içinde
hapis kalmış.
Kafadan üç tahtayı da, kampta kırdı her halde diyor Ergun.
Kore’den döndükten
sonra, her halde kampta kafayı kırdığından, malulen emekli olmuş.
Komik denecek kadar düşük, bir maaş bağlanmış.
Onu da, boşandığı ilk karısına gönderiyormuş.
Bir kızı varmış bu eşinden.
İstanbul da yaşıyorlarmış.
Bir oğlan, bir de kız, iki torunu olmuş.
Anladığım kadarı ile de, pek sık görüşmüyorlarmış.
Ayfer, bir süre İstanbul Sümerbank da desinatör olarak çalışmış.
Sıkılınca da istifa edip, bir tesadüf Eski Foça’ya gelmiş.
Burada, Arkeolog Profesör ,Ekrem Akurgal Hoca ile tanışmış.
Ekrem Hocanın da etkisiyle arkeolojiye merak sarmış.
(Hamamdaki arkeoloji
kitaplarını gördükten sonra, her halde ben okumuş olsam, dört kere arkeoloji
mezunu olurdum dedim)
Bir müddet sonra
Foça’da tanıştığı, hali vakti yerinde bir öğretmen hanıma âşık olmuş.
Kısa sürede evlenmişler.
Ayfer tanıdığım en bohem insan.
Öğretmen hanımda son
derece prensip sahibi, aşırı titiz ve kuralcı bir hanım.
Eve ayakkabı ile
girme, yere sigara külü dökme, gir yıkan, fazla içki içme, dırdırda dırdır.
Sonunda Ayfer bezmiş.
Evliliklerinin üçüncü senesinde, bir gün birdenbire ortadan kaybolmuş.
Altı ay sonra Karadeniz de bir arkeolojik kazıda bulmuş polis Ayfer’i.
Foça’ya dönünce de boşanmışlar.
Boşandıktan sonra,
ortada kalan Ayfer tarihi bir Roma hamamını mesken edinmiş.
Kendi olanakları ve
etrafın da yardımıyla, harabe halinde olan hamamı temizlemiş.
Yıkık duvarlarını,
hamamın kendi orijinal taşları ile tamir ederek tekrar ayağa kaldırmış.
Damını, tahta
kirişler ve Çingene kiremidi ile kapatmış ve yaşanabilecek bir yer haline
getirerek hamama yerleşmiş.
Neyse, gelelim Ayfer ile nasıl tanıştığıma.
Hamam, Atatürk heykelinin arkasındaki sokakta.
Foça taşından yapılmış, kubbeli bir Roma hamamı.
Birazda, kubbesi ile küçük bir kiliseyi andırıyor.
Bir metre eninde, tahminen on metre boyunda daracık bir bahçesi var.
Bahçenin nihayetine
dört adet Kibele heykelinin başları üzerine oturtulmuş, mermer tablalı bir masa
yerleştirilmiş.
Hamama, Ergun’un gemi
söküm hurdalığından satın alıp hediye ettiği “teak” ağacından yapılmış bir
kamara kapısından giriliyor.
Kapının sağında
solunda, gene gemi sökümden, antika bocurgatlar, kampanalar asılı.
Kapı üstünde de bakır bir gemi feneri sallanıyor.
Alt kaidesinde büyük pirinç bir etiket. S/S Braua Hamburg.
Hamamın kapısı önünde ,Ergun bize tembih ediyor.
-Çocuklar, aman unutmadan söyliyeyim.
Ayfer çok güzel şiir yazar.
Eğer size şiir kitabını verirse, masaya bir onluk bırakın.
Ergun kapıyı çalmadan içeri daldı.
Arkadan da biz giriyoruz.
-Bak Ayfer. Sana en
yakın arkadaşlarımı getirdim.
Foça’ya yeni yerleştiler.
Tanışın istedim.
Hamamın külhanının, bir duvarında, şömine gibi kullanılan bir ocak var.
Tam ortada yerde de, Foça taşından oyularak yapılmış bir kurna.
Kurnayı akvaryum yapmış Ayfer.
İçinde beş tane kırmızı balık yüzüyor.
Külhanı da salon yapmış.
Külhandan, tek
kişinin geçebileceği kadar çok çok dar bir koridor ile diğer iki odaya
geçiliyor.
Dar koridorun
ortalarına düşen büyük bir nişi, (belki de zamanında bir tanrıça heykeli vardı
içinde) tuvalet ve duş haline getirmiş.
Kapısı yok.
Perde ile kapatılmış.
Koridorun çıkışındaki
ilk odanın tam karşıya düşen kısmını, mutfak yapmış.
Betondan kalıplanmış bir lavabo ve Foça taşından yapılmış bir banko.
Üstünde Nuh’u nebiden
kalma bir tüplü ocak ve bir kenarda da her halde General Electrik’in ilk imal
ettiği bir buzdolabı.
Banko’nun duvar hizasında, bahçeye bakan küçük bir pencere var.
İkinci odaya giriş, karşı duvardan.
Yine kapı yok.
Giriş perde ile kapatılmış.
Ayfer burayı yatak odası olarak kullanıyor.
Ferforje demirden çok
güzel antika bir karyola, eski bir komodin ve duvara çakılı antika bir demir
askılık.
Bu odanın penceresi yok.
Bayağı karanlık bir oda bu.
Hamamın bütün
duvarları, suluboya, yağlı boya, pastel tablolar,
siyah beyaz Çengelköy
fotoğrafları (Ayfer Çengelköylü imiş) ile kaplanmış.
Ayrıca, üstleri keramik
vazolar, kupalar, kadehler, heykeller, biblolar takılar ve amfor parçaları ile
dolu tahta raflar monte edimiş duvarlara.
Külhandaki ocağın yan
ve üst duvarlarında da, bir sürü resim, fotoğraf ve şiir asılı.
En ortada, Atatürk’ün
ilk defa gördüğüm gülen bir resmi ile Uğur Mumcunun fotoğrafı var.
Şiirlerin çoğu Ayfer’in ve Nazım Hikmetin şiirleri.
Diğer duvarlar,
Ayfer’in kendi yaptığı keramik ve seramik eserler, demir ve tunç döküm heykeller,
kandiller ve envai çeşit takı ile dolu.
Bir köşede, demir bir
sehpa içine oturtulmuş, içi 2000 senelik reçine dolu olan yarısı kırık bir
amfor var.
Diğer bir köşede de
yerde, benim çok sevdiğim, hala çalışan, büyük pirinç borulu (megafonlu) Victorola
marka, kurgulu bir gramofon.
Gramofonun yanında yüzlerce taş plak.
Kimler yok ki bu plaklarda?
Hamiyet Yüceses,
Müzeyyen Senar, Zeki Müren, Safiye Ayla, Hafız Burhan, Caruso, Mario Lanza,
Erta Kitt ve daha birçok mazinin kıymetli ses sanatçılarının plakları bunlar.
Ayfer, külhanın
ortasındaki kurnanın çevresine serpiştirilmiş, brandadan dikilmiş minderlerden
birine oturmuş.
Foça taşı, yekpare bir kayadan oyulmuş bu kurna.
Kalın kenar taşları sehpa görevi görüyor.
İçinde yüzen kırmızı balıklar ile çok güzel bir görünümü var.
Kurnanın, Ayfer’in
oturduğu kısmının üstünde, keramik bir kadeh, içinde beyaz şarap ve köpek
öldüren diye tabir edilen en ucuzundan da bir şişe şarap duruyor.
Ayfer ayağa kalkıyor.
Uzun boylu, gür beyaz saçlı, patlak gözlü 60–65 yaşlarında bir adam.
-Hoş geldiniz
çocuklar.
Buyurun oturun.
Bizde yere, minderlere oturuyoruz.
Külhanın ocağı, gürül gürül yanıyor.
-Geleceksiniz diye
besledim iyice ocağı.
Aylardan Şubat.
Foça bayağı soğuk.
Ergun rakı şişesini uzatıyor.
-Rakı getirdik sana Ayfer.
-Tamam Ergun.
Mutfak’dan kadeh ve bardak alıver lütfen.
Bende de şarap var.
Hangisini isterseniz.
Günseli şarap , Ergun ile ben rakı içiyoruz
Ayfer bana dönüyor.
—Eeee, içkilerinizi aldınız.
Anlatın bakalım.
Kimsin, nesin.
Anlatıyorum bende.
Makine imalatçısı
olduğumu, İstanbul da üç kere kalp geçirdiğimi, neticede Eski Foça’ya
yerleştiğimi.
Ayfer’de Foçayı anlatıyor.
-Bütün bu yöre sit
bölgesi.
Foça da nereyi kazsan, hemen hemen hepsinden bir kalıntı çıkar.
Kimler gelip geçmemiş, kaç medeniyet hakim olmamış ki bu bölgeye?
Alyalılar, İonyalılar, Lidyalılar, Helenler, Persler, Osmanlılar.
Boylu boyunca tarihi bir hazine Foça.
Kendi parasını bile basmış zamanında.
Ama biz ne yapmışız?
Kültürsüz puştlar.
İçine okumuşlar kültürün, medeniyetin.
Kayalar Cami’nin önündeki arazide dünyanın en büyük tapınağı gömülü.
Bu tapınak’dan
Foça’da, bir iki sütun parçası ve sütun kaidesinden başka hiçbir şey yok.
Çıkan eserlerin, hemen hepsi, İzmir arkeoloji müzesine götürülmüş.
Foça’da, küçücük bile olsa, bir müze yapılmamış.
Ne hikmetse kazı da bir müddet sonra durdurulmuş.
Bu gün tapınağın üzerinde bir yığın beton ve Lise binası var.
Tarihi katletti bu namussuzlar.
Her şey bitti canına yandığımın.
Foça’daki eski taş evleri yıkıyor bu kültür düşmanları.
Yerlerine zevksiz villalar, apartmanlar dikiyorlar.
(Sonraları, Ayfer ile
bu inşaatları durdurmak için çok mücadele verdik. Ayfer çok tehdit aldı ve
büyük tehlikeler atlattı).
Bir ara, laf edebiyattan açılıyor.
Bende, kısa öyküler ve şiir yazdığımı söylüyorum.
Ayfer kalkıp bana yeni bastırttığı şiir kitabını getiriyor.
-Benim damat
bastırttı İstanbul da.
Teşekkür edip, kitabı alıyorum.
Bir iki şiirini okuyorum.
—Vallahi ben beğendim Ayfer Ağabey.
Yüreğine sağlık.
-Ağabey deme bana.
Bey, ağabey, baba, dede gibi isimlerle anılmaktan nefret ederim.
-Peki, nasıl hitap
etmemi istersin o zaman.
-Adım yok mu be.
Kısaca Ayfer.
—Sanki hürmetsizlik ediyormuşum gibi gelir bana.
En az yirmi yaş daha yaşlısın benden.
-Yaşlı senin
babandır.
Morukmuyum ben?
Kısaca Ayfer dedim.
Hışımla kalkıp koridora gidiyor.
Perdenin açılıp kapanmasından, tuvalete girdiğini anlıyorum.
Ergun'un tembihlediği gibi, kurnanın kenarına 10 lira koyuyorum.
Ayfer ağabey geri geldiğinde parayı görüyor.
-Bu ne bu?
Nereden çıktı bu para?
Sıkıntıdan ter basıyor bana.
-Şiir kitabı için
Ayfer ağabey.
-Al da bir tarafına
sok o parayı.
Ben sana yüreğimi sunuyorum, sen para veriyorsun.
Her şey bitti canına yandığımın.
Bana hakaret ettin.
Yüreğim satılık değil benim.
Lütfen evimi terk ediniz.
Kovuldunuz.
Bakıyorum Ergun bıyık altından kıs kıs gülüyor.
Ayfer’den özür diliyorum.
-Orospu çocuğu
Ergun'un puştluğu bu.
Vallahi o tembihledi.
Ayfer gülmeye başlıyor.
-Tamam, tamam
anladım.
Senin suçun yok.
Sok paranı cebine.
Beraber kafa çekeriz Celep’te.
Hem de o zaman, okumuş olursun şiirlerimi.
Beraber tartışırız.
Sessizce parayı cebime atıyorum.
O geceden sonra içtiğimiz su ayrı gitmedi Ayfer’le.
Onu tanıdıkça hayret ediyorum.
Ayfer ağabey benim için olağan üstü bir varlık.
Çok iyi ve bilgili bir arkeolog.
Çok iyi bir şair.
Çok iyi ve yetenekli bir ressam.
Çok iyi bir takı ustası.
Çok iyi bir keramik sanatçısı.
Ve de, çok iyi bir demir dökümcü, heykeltıraş.
Ayfer, arada sırada
turistlere sattığı tablolar, keramik ve takılardan geçimini sağlamaya
çalışıyor.
Eserlerinin hiç birini fiyatlandırmamış.
Beğenip de satın
almak isteyene, sen ne takdir ediyorsan, paran yoksa da, al sana hediyem olsun
diyor.
Kaç kere münakaşa ettik.
Sen karışma.
Ben bunları fiyatlandıracağım.
Her birine etiketler yapıştıracağım diye.
Çünkü bazı eserlerinin yok pahasına gittiğini defalarca gördüm.
Üstelik Ayfer, bütün
parasızlığına rağmen, o kadar bonkör, o kadar paraya pula değer vermeyen bir
insan ki?
Her hangi bir şey sattığında hemen beni arar.
-Ati, iki resim, bir
vazo sattım.
Şarabımızı aldım.
Kalamar, fava, turp otu da mezemiz.
Hadi hemen atla gel Celep’e.
Celep restaurant, Ayfer’le benim bir numaralı mekânımız.
Ayfer, Celep amcayı Foça’nın tek lokantası olduğu (o zaman çorbacı
imiş)
zamandan
tanıdığından, bu mekânda nazı geçiyor.
Üç ay para ödeyemediği olur.
Hiç kimsede sormaz.
Ayfer’i kırmazlar.
O da ilk kazancından borcunu öder.
Bir kere hesabı ben ödemiş isem, öbür sefer mutlaka Ayfer öder.
Onore de Balzak
mübarek.
Bir gün aklıma geldi işte.
Yahu, bu kadar kıt
kanaat geçinen bir insan, nasıl olurda Almanya’ya gezmeye gider diye merak
ettim.
Sordum Ayfer’e.
Meğerse iki sene
evvel Celep’te, Helga isminde Alman bir hanım ile tanışmış.
Helga ilk görüşte Ayfer’e âşık olmuş.
Her sene Nisan ayında Foça’ya gelir ve Kasım sonuna kadar beraber
hamamda yaşarlarmış.
Kasım sonu Helga, Ayfer’in eserlerinden, Almanların beğenebilecek
olanlarını da alıp Ayfer’le Almanya ya gidermiş.
Eserler orada satılır, Ayfer’e üst baş, seramik boyası, palet, yağlı
boya vs satın alınır ve Şubat ortası da Ayfer biraz da para ile Foça’ya
dönermiş.
Ama Ayfer bu.
Kazandığı parayı, hem borçlarını kapatmaktan, hem de bonkörlüğünden,
bir aya kalmaz tüketirmiş.
Neyse ki, bir ay sonra Helga Foça’ya gelir ve Ayfer’de biraz nefes
alırmış.
Yaşına rağmen, son derece karizmatik bir erkek Ayfer.
Şeytan tüyü var
sanki.
Genç, yaşlı bütün
kadınlar hayran.
Celep
buluşmalarımızda, bir bakarım masada üç tane Norveçli genç kız.
Kızlar Ayfer’in
ağzına bakıyor.
Neredeyse içine
düşecekler.
Aramızda 20 senelik
bir yaş farkı olmasına rağmen bu iş böyle işte.
Ne olur, biride bana
yüz versin.
Hayır, hepsi Ayfer’in
peşinde.
Ayfer de almış başını
gidiyor.
Alyalılardan
başlıyor, Athena tapınağına.
Siren adasından
çıkıyor, İlyada destanına.
Tarihte Foçalıların,
nasıl Nis ve Marsilya’ya kadar yelkenli teknelerle gidip, bu şehirleri
kurduğunu anlatıyor.
Kızlarda, baygın
süzgün, dinliyorlar Ayfer’i.
20 sene kadar süren
dostluğumuzda Ayfer, hem bana çok şeyler öğretti hem de beraber çok eğlendik.
Bir gece geç vakit
lokantadan çıktık.
Sahilde yürüyoruz.
Epey de, çakır
keyifiz ikimizde.
Cadde boyunca sıralı
apartman ve villalar arasında tek tük kalan, Foça antik Rum evleri önünde
durup, Ayfer’in anlattığı bu evlerin geçmişlerini dinliyorum.
Ayfer, bu evleri hep
kaydetmiş.
Bana da resimlerini
çektirtti tek tek.
Ayfer’in korkusu, bu
evlerin bir yolla yıkılıp, yerine villa veya apartman dikilmesi, veya tadilat
bahanesi ile özelliklerini kaybetmesi.
-Düşünebiliyor musun
Ati?
Hayal edebiliyor musun?
Bu evler olmasa, Foça
ne kadar sıradan ve çirkin, ruhsuz bir belde olur?
Kaydımızda olan
evleri saya saya yürüyoruz sallanaraktan.
Sıcak bir Temmuz gecesi.
5. Evin önüne
geldiğimizde, bir baktık evin ön yüzü, hasır korkulukla ve inşaat iskelesi ile
kaplanmış.
Ayfer,
-Ati, bak bakalım
hasırların arkasına, Foça taşları duruyor mu, yoksa yeni inşaat mı?
Hasır’ın bir ucunu
kaldırınca, Foça taşlarından yapılmış duvarın yerinde, yeller estiğini gördüm.
Eski duvarın yerine,
yeni sıvanmış bir duvar yükseliyor.
-Abi, taşlar yok
edilmiş. Yeni inşaat yapıyorlar.
Her halde üç dört
katlı apartman yapacaklar.
Ayfer ağabey yanıma
gelip bakıyor.
Birden bar bar
bağırmaya başladı.
-Her şey bitti.
Kültürü yok ettiniz.
Medeniyetsiz
herifler.
Dininiz, imanınız
rant peşinde koşmak.
Dininiz, imanınız
para.
Tarihi
katlediyorsunuz diye avazı çıktığı kadar haykırıyor inşaatın önünde.
Birden yan evin sokak
kapısı açıldı.
Pijamaları ile
iriyarı bir adam çıktı dışarı.
-Ne bağırıyorsunuz
be.
Benim evim, benim
inşaatım.
Size ne.
-Ne bağırmayayım.
Foça kültürünü,
tarihini yok ediyorsunuz.
-Beyefendi,
beyefendi!
Siz Sarhoşsunuz.
Ayfer’in ana avrat
küfredeceğini düşünerek adamla kavga için gardımı aldım hemen.
Ayfer’den tek bir
cümle çıktı cevaben.
—Beyefendi, sizde hem
kültürsüz, hem de pijamalısınız.
Adam bir an şaşkın
şaşkın bize baktı ve başını sağa sola sallayaraktan evine girdi.
Ertesi gün Anıtlar
Kuruluna şikâyet ettik.
Apartman inşaatı
durduruldu ve yerine, yıktıkları evin orijinal taşları kullanılarak bir Foça
evi yapıldı.
Seneler sonra bu Bey
ile bir daha karşılaştım.
İnanır mısınız bana
teşekkür etti.
-İyi ki beni şikâyet
edip apartmanı yaptırtmamışsınız.
Sayenizde, o evi,
apartmanın edeceği fiyatın üç misline sattım.
Bu günlerde her kez
eski taş ev arıyor ve deli para ödüyorlar.
Teşekkür ederim.
Bir seferinde de ben
takıldım Ayfer’e
—Abi, ne biçim ismin
var senin be.
Ayfer kadın ismi
değimli?
Ayfer,
-Oğlum sen soyadıma
bak.
Ayfer Çakan.
Bak bir çakarım şimdi
sana.
Feleğini şaşırırsın.
O günden sonra, bir
daha konu etmedim ismini Ayfer in.
Dün gibi
hatırlıyorum.
Bir gece karakol'dan
telefon ettiler.
Gece saat üç.
Kötü haberdir diye
helecanla fırladım telefon ziline yataktan.
-Alo, alo.
-İyi geceler. Ben
polis memuru Naci.
-İyi geceler Naci
Bey.
Hayrola bir şey mi
var.
-Ayfer Çakanı tanıyor
musunuz?
-Evet Hayrola?
Ne oldu, kaza filan
yok inşallah.
Yoksa hastamı?
Kavga mı etti
birisiyle?
-Litvanya’lı bir
hanım şikâyetçi oldu kendisinden.
Ayfer Bey sizin
isminizi verdi.
Yakını iseniz,
karakola gelseniz iyi olur.
Atladım gittim
karakola.
Ayfer nezarette.
Komiserin odasında
sarışın, mavi gözlü dünya güzeli bir kız, bir kenarda oturmuş ağlıyor.
Beynimden kaynar
sular indi.
İnşallah kız bana
tecavüz etti falan diye şikâyet etmemiştir.
Kıza sordum.
-Merhaba.
Ben Ayfer’in
yeğeniyim.
Ne oldu?
Neden şikâyetçisiniz?
-Altın küpemi çaldı
benim.
Belediyenin yanındaki
kuyumcudan tam tamına 400 dolara aldım.
22 ayar altın.
Sabah 11 de uçağım kalkıyor.
En geç 9.30 da
taksiye binmem lazım.
Ya küpemi iade eder,
ya da dava ederim.
Kıza dikkatlice
baktım.
Yahu ne iş bu?
Sarı uzun saçlarının
arasından sarı bir şey parıldıyor.
Yanına gidip
saçlarını kaldırdım.
Kızın kulağında
oldukça büyük bir altın küpe sallanıyor.
-Miss,
Dalga mı geçiyorsun
bizimle.
Duruyor ya küpen
kulağında.
Hışımla, başına öbür
yana çevirdi.
-Bak, bu kulakta küpe
yok.
Küpemin, tekini
çaldı.
Ulan bu işin içinde
bir iş var ya, hadi hayırlısı.
Komisere yanaştım.
-Komiser Bey.
Ayfer’i tanırsınız.
Hırsızlık yapacak bir
insan değildir.
Müsaade ederseniz
görüşmem mümkün mü kendisiyle?
-Tabii,
görüşebilirsiniz.
Kızın yanında oturan
polis memuruna:
-Aç oğlum nezaretin
kapısını.
Arkadaş, Ayfer Bey
ile görüşecek.
Baktım, içerde bir
banko üzerinde Ayfer oturmuş, başı iki elinin arasında, patlak gözleri kan
çanağı gibi ve daha da bir dışarı fırlamış, kara kara düşünüyor.
-Selam Ayfer Ağabey,
geçmiş olsun.
Ne oldu yahu.
Kızla konuştum.
Altın küpesinin
tekini çaldığını söylüyor.
Sabah 11 de uçağı
kalkıyormuş. 9.30’a kadar küpeyi geri verirsek ne ala.
Yoksa davacı
olacakmış senden.
Ne yaptın küpeyi be?
Evi iyice aradın mı?
Hoş senin hamamın her
yeri malzeme, takı dolu.
Küpeyi bulmak mucize
olur.
-Vallahi Attila,
aramadığım yer kalmadı.
Yerler, yatak,
yorgan, tuvalet.
Her yere baktım.
Hiçbir yerde yok.
Tek aklıma gelen,
Ursula ile sevişirken bir ara kulak memesini emdiydim.
Yutmuş olabilirim.
O kafa ve helecanla
farkına varmadım herhalde.
Tek mantıklı cevap
bu.
Nezaretten çıkıp
Komiserin yanına gittim ve Ayfer’in dediklerini anlattım.
Her kez gülmeye
başladı.
Komiser,
-İnşallah öyledir.
Sabah dokuz buçuğa
kadar nasıl halledeceğiz bu işi?
Adamı ameliyat
ettiremeyiz ya?
-Telefonu
kullanabilir miyim lütfen?
-Buyurun.
-Ayfer’le ortak
dostumuz Doktor Ahmet’e telefon açtım.
Abi kusura bakma,
rahatsız ettim.
Ayfer….
-Kalp krizi mi?
Derhal, ambulans çağır.
Bende hastaneye
geliyorum hemen.
-Yok, yok Ahmetçiğim.
Allaha şükür öyle bir
şey yok.
Durumu anlattım.
Doktorda gülmeye
başladı.
10 dakika sonrada, karakola
geldi.
Bir elinde lazımlık,
diğerinde de bir şişe müshil.
Ayrıca, birkaç tane
de fitil.
Doktor Ahmet’i
nezarete soktuk.
Beş dakika sonra alı
al, moru mor, dışarı çıktı.
-Ne cins adam bu
Ayfer be.
Müshili içirdim.
Fitilleri zinhar
istemedi.
Tutturdu ben kıçıma
bir şey sokturmam diye.
Anam ağladı ikna
edene kadar.
Yahu hapse girersin
dediysem de para etmedi.
Ben orama burama bir
şey sokturmam diye diretti.
Neyse, o zaman küçük
bir ameliyatla çıkartayım diyince zor bela ikna oldu.
Bu arada bende kıza
durumu anlattım.
Bir dakika öncesine
kadar ağlayan kızda başladı gülmeye.
—Doğru söylüyor.
Kulak memelerimi
emmişti.
Ne yapalım, eğer
çıkartamazsa da, davacı olmayacağım.
Kabahat her ikimizin
dedi.
Saat dokuza kadar 10
dakikada bir Ayfer’e soruyoruz kapıdan.
—Ayfer ağabey yaptın
mı?
Saat dokuzu 10 geçe
müjdeyi aldık.
Doktor ile ben, bir
elimizde bahçedeki ağaçtan koparttığımız bir ağaç dalı, diğer elimiz
burnumuzda, lazımlığı karıştıra karıştıra nihayet bulduk kayıp küpeyi.
Ursula’ya teslim
ettik.
Özür diledi, Ayfer’i
suçladığı için.
Ayfer’e sarılıp öptü
ve taksiye bindi gitti.
Aramızdaki yaş
farkına rağmen Ayfer en yakın dostum, zaman zaman ağabeyim, hatta babam oldu.
Hala unutamadığım çok
güzel günlerimiz geçti beraber.
Akşamları ya Ergun’un
Cafe’de, ya da çoğunlukla Celep’te buluşuyoruz.
Benim evim Foça
merkezden uzak olduğu için, genellikle Ayfer Celep’e benden önce gelir,
şarabımızı ve mezelerimizi söyler ve beni beklerdi.
Duvar kenarında
sıralanmış masalardan denize nazır olan ilk masa bizim.
Celep sürekli
mekânımız olduğundan, o masa, gelelim gelmeyelim bize rezerve.
Duvarda, belli
aralıklarla pencere karkasından adapte, camlı raflar sıralanmış.
Ön taraftan
baktığında, sanki yan yana sıralı, bir sürü pencere var görünümü veriyor.
Cam raflarda, çeşitli
markalarda şarap şişeleri dizilmiş.
Bir akşam birden
beynimde bir şimşek çaktı.
-Ayfer ağabey.
Şarabımız bitince
ikinci şişeyi sipariş etme sakın.
-Ne oldu Ati?
Perhiz mi yapıyoruz?
-Sen dediğimi yap.
Artık bundan böyle
bir şişe parası ödeyeceğiz.
Şarabımız bitince,
boş şişeyi masanın altına gizledim.
Pencere raf dan da,
bir şişe şarabı masaya koydum.
Tirbuşon filan
hazırlıklı gelmişim.
Ayfer de bir ara, boş
şişeyi kolundaki hırkanın altına gizleyerek, tuvaletin girişindeki çöp bidonuna
attı.
Biz bir yaz boyunca,
Kasım ayına kadar 3–4 şişe şarap içip, bir şişe parası ödedik.
Kasım sonunda,
Ayfer’in Helga ile Almanya’ya gitme zamanı geldi.
Hareket etmeden bir
gece evvel son defa Celep’te buluştuk.
Yemeğe, Helga ve
Günseli de katıldı.
Biz yine aynı minval
ile bir şişe şarap alıp dört şişe raftan içtik.
Hesabı istediğimizde,
Celep’in sahiplerinden Bahtiyar Bey (Celep amcanın oğlu), bizzat kendi getirdi
hesabımızı.
Ortalama 50 lira
civarı hesap beklerken, bir baktım, pusulada 350 lira yazıyor.
-Hayrola Bahtiyar?
Bu ne yahu?
Hesaplarımı
karıştırdın?
Her halde başka
masanın bu pusula.
Bahtiyar gülmeye
başladı.
-Abi;
Temmuz ayı 20 şişe.
Ağustos 15
Eylül 22
Ekim 18
Bu ayda 12 şişe
içmişsiniz.
Çok eğleniyordunuz
beni kazıkladınız diye.
Onun için ses
çıkartmadım.
EEE, sezon bitti.
Ayfer de gitmeden
hesaplaşalım dedim.
İşte, böyle güzel
Foça insanları.
Onun için de Celep
bizim mekânımız oldu.
Neler yapmadık ki
burada?
Savcı Bey’e özel
takdim edilen karpuz göbeğini, savcının masasından çalıp, bizim masadaki, dilim
karpuzlarla mı değiştirmedik.
Kedilerden nefret
eden Kaymakam Beyi hoplatmak için, Foça kedilerini hurcun içine tıkıp,
lokantada masa altında serbest mi bırakmadık.
Kaymakamı elinde
kepçe ile kedimi kovalatmadık.
Arada da Ayfer’in,
Kızım Yeşim ile sahneledikleri oyunlarla, müşterileri şaşkına çevirttik.
Yeşim o seneler lise
son sınıfta.
Bütün ideali 9 Eylül
Tiyatro bölümüne gitmek. (9 Eylülü kazandı ve mezun oldu. Beş şehirde tek
başına oyun sergiledi. Bu günlerde TV dizilerinde ve sinema film'lerinde oynuyor)
O tarihte Yeşim,
kendi kendine senaryolar yazıyor ve bizlere oynuyor.
Ayfer’le de müşterek
bir tiratları var.
Biz Celepte otururken
birden lokantaya giriyor.
Sinirli ve hırslı bir
şekilde masamıza geliyor.
Ayfer’e dönüp olanca
sesiyle bar bar bağırıyor.
-Allahtan korkmaz,
utanmaz herif.
Seni kraliçeler gibi
yaşatacağım diye aldın beni .
Yaş farkımıza
bakmadan seninle evlendim.
Bu genç yaşımda, iki
küçük bebek ile beni eve tıktın.
Günlerdir ne arayıp
ne soruyorsun.
Çocuklar ve ben aç,
biilaç seni bekliyoruz kaç gündür.
Sen ise
bebeklerimizin süt parasını, burada şaraba harcıyorsun.
Allah belanı versin.
Tabi bütün diğer
masalardaki müşteriler dumura uğruyor.
67 yaşında bir adam
ve 18 yaşlarında bir kız.
Ayfer’de hiç
bozuntuya vermeden ayağa kalkıp Yeşim’e sarılıyor.
-Affet beni
karıcığım.
Yarından tezi yok
artık içkiyi bırakacağım.
Gerekirse
çocuklarımız için inek bile satın alacağım.
Hem az mı ağladın
evlen benimle diye.
-Ne yapacaktım ki?
Beni hamile
bırakmadın mı evlenmeden?
—Affet beni karıcığım.
Ne olur kızma bana.
Gel otur masamıza.
Aşkımıza nazar
değdirme.
Yeşim bir hırs ve
tafra ile masaya oturdu.
Sonra bana dönerek
normal sesinle?
—Ne söyleyeyim baba?
Bahtiyar ağabey köfte
iyimi acaba?
Diğer müşteriler
iyice şaşırıyor.
Bu sefer bir bana, birde
Yeşime bakıyorlar.
Hata birkaç kere bir
iki tanesi beni bir köşeye çekip fırça attı.
-Utanmıyormusun sen?
Gencecik kız, bu
morukla evlendirilir mi?
Birde oturmuş beraber
kafa çekiyorsun.
Ne biçim baba’sın sen
be?
Tabii ben de oyuna
dâhil oluyorum.
-Bakmayın siz eve
para bırakmadığına.
Adam trilyoner.
Söke’de dönümlerce
arazisi, çiftlikleri var.
Üç beş seneye kalmaz
geberip gider.
Trilyonlarda bize
kalır.
Tuh sana diyenler mi,
küfredenler mi ararsın?
Bahtiyar, bizim
nazımızı, muzipliklerimizi her zaman çekti.
Bir yerde de, bizi
kaybetmek istemedi her halde.
Ayfer’le her
oturduğumuzda, bizi gören masaya dâhil oldu.
İki kişi oturduğumuz
masa kısa zamanda 15–20 kişi oldu.
Kimler yoktu ki bize
katılan?
Meşhur yazarlar,
tiyatrocular, ressamlar, arkeologlar, milletvekilleri hatta ve hatta Foça
imamı.
Böyle akşamlardan
birisinde, TRT den bir program yapımcısı da bize katıldı.
Kültür, sanat
programları yapıyormuş.
Ayfer’in hamamını
anlattım ona.
Görmek istedi.
Gezdiğimizde hem
mekâna hem de Ayfer’in eserlerine hayran oldu.
Telefonumu istedi.
-Benden haber
bekleyin.
Hamamda Ayfer ile bir
röportaj yapmak istiyorum.
Ankara’ya
döndüğünden, 10 gün sonra da telefon etti.
-Attila,
Perşembe ye,
kameramanla birlikte Foça’ya geleceğim.
Yalnız sizden bir
ricam var.
Ben gezdiğimde
içerisi çok dağınık ve düzensizdi.
Biraz toplayın
lütfen.
Çekimde, iyi çıksın.
Tam ben telefonu
kapatmıştım ki Ayfer aradı.
-Attila, ilk eşim
ağır hasta imiş.
Bu akşam İstanbul’a
gidiyorum.
-Yapma be Ayfer ağbi.
Perşembe günü TRT den
geleceklermiş seninle röportaj yapmak için.
Aydın Bey biraz önce
aradı.
Ne olacak şimdi?
-Ben her halde
perşembeye kadar dönerim.
-O halde sen bana
hamamın anahtarlarını bırak.
Ben etrafı
temizleyip, düzenleyeceğim.
Günseli de bana
yardım eder.
Gerekirse Ergun’dan
da yardım isterim.
İki günde mis gibi
yaparız.
Yalnız bak başından
söylüyorum.
Her bir eseri
temizleyip etiketleyeceğim.
Sonra başımın etini
yeme benim.
-Tamam Ati.
Sen bildiğin gibi
yap.
Ben anahtarı Ergun’a
bırakırım.
Bir zahmet ondan
alırsın.
O akşam Ayfer’i
İstanbul’a uğurladık.
Ertesi sabah da
hamama gittik.
Önce baştan aşağı
temizlik yaptık.
Sonrada bütün
eserleri tek tek elden geçirip numaralandırdık.
Fiyatlandırdıktan
sonrada, duvarları keramik, heykel, takı ve antik eserler olarak ayrı ayrı
tanzim ettik.
Hamam pırıl pırıl bir
müze oldu.
İşimiz bitince, bir
yorgunluk çayı demledikten sonra külhanda minderlere oturduk.
Günseli yatak
odasında, karyolanın altında bulduğu eski bir tahta bavul getirdi.
İçi, Ayfer’in
şiirleri, notları, resim eskizleri, gazetelerden kesilmiş köşe yazıları, ikinci
dünya savaşı senelerinde verilmiş ekmek karnesi, diplomalar, eşlerinin ve
kızının fotoğrafları ile dolu.
Günseli,
-Elimiz değmişken
bunları da tanzim etsek iyi olur.
Evrakları ilgilerine
göre ayırdık, tarih sırasına koyduk.
Bavulun dibinde iki
tane kırmızı kadife kaplı kutu bulduk.
Kutuların ilkini
açtığımda, bir adet bronz yıldız, diğerinde de gümüş yıldız madalyalar vardı.
Altlarında da birer
belge.
Sağ üst köşede ABD
bayrağı.
Hemen altında da
büyük harflerle yazılmış; Amerika Birleşik Devletleri Silahlı Kuvvetler
Başkomutanlığı başlığı.
Amerikan Silahlı
kuvvetleri, Kore savaşında göstermiş olduğu olağan üstü cesaret ve kahramanlık
için Üsteğmen Ayfer Çakan’a şükran ve teşekkürlerini sunar ve bronz yıldız madalyası
ile taltif edilmesini uygun görür.
İmza General Douglas
Mac Arthur.
Benzer bir belgede,
gümüş yıldız için vardı.
Bavulu iyice aramama
rağmen Türkiye’ye ait bir Kore gazisi madalyası veya herhangi bir belge
bulamadım.
Kore harbinin bahsini
her açtığımda, Ayfer ağabey’in niye sinirlenip bu konuyu kapattığını, şimdi
daha iyi anladım.
Neyse ki Ayfer
röportaja yetişti.
Güzel bir program ve
söyleşi oldu
Bizde bütün grup
Ergun’un Cafe'de televizyondan izleyip alkışladık.
Yetmiş beş yaşına
bastığı gün Ayfer beni bir kenara çekti
—Yaşlandım artık Ati.
Bana bakacak bir eş
lazım.
Helga’ya evlenme
teklif edeceğim.
Almanya’ya gelip
gitmekten de bıktım.
Hem bir türlü
sevemedim Almanya’yı.
Helga benimle
evlenmeye evet derse, gerekirse bir ev kiralarız, hamamı da atölye ve satış evi
gibi kullanırız.
Evlenmelerine,
Helga’nın kızı ve akrabaları miras ve sair maddi sebepler öne sürerek karşı
çıktı.
Ayrıldılar.
Amma, Ayfer’de şeytan
tüyü var ya!
İki ay sonra bir gece
Ayfer, yanında 40 yaşlarında, sarışın bir hanım ile çıka geldi.
-Çocuklar
tanıştırayım.
Misis Ann.
İskoçya’dan, tatile
gelmiş Foça’ya.
Buraya yerleşmeye
karar verdi.
Ann’in hali vakti
yerinde.
Foça içinde bir
apartman dairesi aldı.
Haftasına da Ayfer’le
nikâhını kıydırdık.
Aradan bir sene
geçti.
Akşam, mutat Celep’te
demleniyoruz.
Ayfer bayağı
düşünceli.
Bir iş var bunda ya,
inşallah Ayfer Ann den bıkmamıştır.
-Ne düşünüyorsun
kumrular gibi?
Sıkıntılı bir şey mi
var abi?
-Ann be Attila.
Beynimi kemiriyor,
Foça’dan sıkıldım diye.
Ann yayla kızıymış.
Şehir hayatından
sıkılıyormuş.
Yeni köyde (Foça’ya
20 km uzaklıkta bir köy) eski bir taş ev bulmuş.
Evi görsen harap
durumda.
Fakat ille de bu
daireyi satıp o evi alalım diye yırtınıyor her gün.
Nasıl olsa daire daha
fazla para eder köy evinden.
Tamir ettirip, Yeni
Köy’e taşınalım diye sürekli dır dır.
Yeni köyde bırakın
bakkalı, eczaneyi; ekmek fırını bile yok.
Ekmek almak için bile
3 kilometre yürüyüp Ilıpınar’a gitmen lazım.
Gerekirse eski bir
Cip alırız demiş Ann.
—İşe bak be Ati.
Ulan ben karıyı İskoçyalı
diye aldım.
Meğerse İskoçya’nın
Yeni Köyünden imiş.
Ayfer’e de Ann’e de
çok yalvardım yapmayın diye.
Ayfer sohbet adamı.
Ayfer dostsuz olamaz.
Foça’da gık dedi mi
görüşüyoruz.
Sıkılır Ayfer orada.
Ne dediysem
dinletemedim.
Daireyi satıp
taşındılar köy evine.
Gayet de güzel tamir
ettirttiler.
Ama ben biliyordum
başıma geleceği.
Ayfer, akşam oldu mu
fabrikaya telefon açıyor.
—Hadi Ati, kalk gel
buraya.
Ann, Dimitrikopulos
bulmuş.
Mis gibi kırmızı
şarap.
Seni bekliyorum.
Fabrikadan çoğunlukla
akşam 8 de çıkıyorum.
Fabrika Menemende.
Foça’ya 45 dakikada
geliyorum.
Yeni köy yarım saat
sürüyor.
O yorgunlukla, hem
yarım saat direksiyon salla, Ayfer’le kafa çek, sonra da bir 15 dakika daha
direksiyon salla.
Birde genellikle Foça
girişinde çevirme var.
Alkollü araba
kullanmaktan, bir de ehliyeti kaptırırsam yandım.
Dolayısıyla Ayfer’e
hafta sonları gidebiliyorum.
O da sürekli bana
sitem ediyor ve küsüyor.
Ayfer korkunç mutsuz
ve yalnızlık çekiyor.
2004 Ekiminin ilk
cumartesi sabahı Ann telefon etti.
Cuma günü, Ayfer’in
kızı ve torunları gelmiş İstanbul’dan.
O gece çok mutlu
imiş.
İçkiyi de biraz fazla
kaçırmış anladığım.
Sabah erkenden kalkıp
bahçeye çıkmış Ayfer.
Çiçekleri sularken
aniden yere yığılmış.
Ambülânsla İzmir
Devlet hastanesine kaldırmışlar.
Tansiyonu 26 imiş.
Müdahale edene kadar
koma’ya girmiş.
Bir ay yoğun bakımda
kaldı Ayfer.
Bir ay sonrada, sağ
tarafı felçli, yürüme ve konuşma zorluğu çeken, yarım bir adam halinde taburcu
edildi.
Allah için, bir sene
Ann çok iyi ve sabırla baktı Ayfer’e.
Ben bir türlü
hazmedemedim Ayfer’in bu halini.
Kötü bir şey yaptım.
Allaha dua ettim.
Bu şekilde aciz bir
halde yaşatma.
Ne olur Tanrım.
Bir an önce al yanına
Ayfer’i diye.
Bir sene sonrada
Ayfer, Yeniköyde bu dünya’ya veda etti.
Foça eski mezarlığa gömüldü.
Cenazesine ben
gitmedim, gidemedim.
Günseli uğurladı
toprağa Ayfer’i.
Üç ay sonra, ancak
kendimi toparladım ve ziyarete gittim mezarlığa.
Kırık bir amfor
parçası ve Foça taşı bıraktık mezarın üstüne.
Celepte her şarap
içtiğimde, kadehimi üç kere yere vuruyorum.
—Şerefine Ayfer,
Bak yine beraberiz.
Burnum sızlıyor.
Gözlerim buğulanıyor.
Özledim seni be abi…
Attila Bozoglu Eski
Foça
Elinize ve yüreğinize sağlık Attila Bey... Ayfer abiyi ben de 1989 yılında Foça'ya geldiğimde tanıdım. İstanbul'dan İzmir'e arada geldikçe ziyaret ederdim. En son Yeniköy'deki evinde bulup ziyaret etmiştim. Adam gibi adamdı... Nur içinde yatsın... Necati Aksüt
YanıtlaSil